Helios'un Kutsanmışları - 12. Bölüm
Bölüm 12
Sımsıkı kapattığım gözlerim ile yere çarpmayı beklemeye başladım. Zaman sanki o an çok yavaş akıyordu. Ellerimin yere değdiğini hissettiğimde gözlerimi açtım. Birkaç saniye ıslak gözlerimin etrafa bulanık bakması yüzünden çimlere ya da yumuşak bir toprağa düştüğümü düşündüm. Gözlerimi ovalayıp kendime gelince halen yatakta olduğumu fark ettim. Hava aydınlanmıştı.
“Sadece bir kabusmuş…”
Tuzlu dudaklarımı emerken gördüğüm rüyanın gerçekliğini sorgulamaya başladım. Peki ya bir rüya değil de önceki hayatımdan hatırlayamadığım bir sahne ise? Düşün Elizabeth, düşün. Nicole yardım eden adamın kim olduğunu bilmiyordum. Kim olduğunu bilmediğim bir düşmana karşı savaşmak korkunç bir şeymiş. Adamın esmer ve oldukça uzun boylu olduğunu hatırlıyorum. Ama esmer kişiler çok nadirdir. Belki denizlerin ötesinden gelen biridir. Hiç bilmediğimiz krallıklardan…
Tıklatılıp yavaşça açılan kapı ile düşüncelerim bölünmüştü. İçeriye dünkü hizmetli kızlardan biri girdi.
“Günaydın Prenses Elizabeth. Kral Akhilleus sizi kahvaltıya çağırıyor. Aman Tanrıçam! Size ne oldu böyle? İyi misiniz?”
Ne olmuştu ki bana? Kalkıp aynadan baktım. Saçlarım dağılmış ve terden ıslanan yüzüme yapışmıştı. Yüzüm bembeyaz kesilmişti. Oldukça kötü görünüyordum.
“Sizin için önce banyoyu hazırlamamı ister misiniz?”
Hizmetli kız bana herkesten daha iyi davranıyordu. Dikkat edince onun bir güneyli olduğunu anladım. Daha önce kafam o kadar karışmıştı ki fark edememiştim.
“Hayır. Duş almak istemiyorum. Yalnızca bir havlu ve temiz kıyafetler yeterli olur.”
Kız hızlıca odadan çıktı. Birkaç dakika içinde geri gelmişti. Getirdiği bir kova su ve havlu ile vücudumu temizledikten sonra giyinmeme yardım etti. Benim için özel bir oda dolusu kıyafet getirtmişti. Ardından bana Akhilleus’un olduğu yemek salonuna kadar eşlik etti.
Gergindim. Ben oturunca Akhilleus bana sert gözlerle baktı.
“Yataktan kalkıp hazırlanmanız bu kadar mı uzun sürüyor prenses?”
Gülümseyip önünde duran tabaktan yemeye başladı. Belli ki beni beklemişti. Ben ise bir lokma bile yiyemeyecek kadar rahatsız hissediyordum. Göz ucu ile etrafa bakındım. Burası da sarayın geri kalanı gibiydi. Tek fark duvarda asılı olan tabloydu. Büyük büyük annemin portresi gibiydi. Gözleri alev kırmızısı olan bir adam ellerindeki alevler ile poz vermişti.
“Kral Sin’in kendini savaş meydanlarına atmadan önceki son portresi. Söylenene göre büyük annen ile birbirlerine hediye ettirmek için çift portreleri yaptırmışlar fakat ikisininki de kendi ailelerine miras kalmış.”
“Büyük bir utanç. Büyük büyük annem nasıl barbar bir aileden gelen birine âşık olmuş ki?”
Ağzına götürmek üzere olduğu çatalı tabağına bıraktı.
“Bizi barbar olarak mı görüyorsun?”
“Ne sanıyordun? Ailemi ve krallığımı yok etmekle tehdit ederek beni kaçırdın. Sence bu asil bir hareket mi? Belki Kral Sin’de zamanında Kraliçe Elizabeth’i kaçırıp ona âşık olması için zorlamıştır.”
Bakışları üzerimde kilitlenmişti.
“Kimseyi birine zorla aşık edemezsiniz prenses.”
Dikkatle bana bakıyor cevabımı bekliyor gibiydi. Ona cevap vermedim. Önümde duran kahvaltı tabağından yemeye başladım. Acıkmıştım ve daha fazla inat yapıp güçsüz düşmeye niyetim yoktu. Sessizce kahvaltı etmeye devam ederken duvarda asılı olan tabloyu incelemeye devam ettim. Kral Sin ile Akhilleus birbirlerine çok benziyordu. Adeta Kral Sin Akhilleus’un bedeninde yeniden hayat bulmuş gibiydi.
“Gözlerini benden alamıyor gibisin?”
Tabloya bakmaya devam ederken cevap verdim.
“Yalnızca çok benzediğinizi düşünüyordum. İsminiz aynı olsa Kral Sin’in hayata yeniden döndüğünü düşünürdüm.”
Kahvaltısını bitirmişti. Kapıda duran hizmetlilere masaya toplamaları için bir işaret yaptı.
“Aynı zaten. Ailemin bana verdiği asıl isim Sin. Fakat ben dedemin kaderini yaşamak istemediğim için Akhilleus ismini verdim kendime. Bir kadının aşkı yüzünden kendimi savaş meydanlarına atarak can vermeye hiç niyetim yok. İsimler kaderi yaşatır derler.”
İsimlerinin kaderi belirlediği inancı yüzyıllardır bu topraklarda var olan bir inanış. Ama görünüşe bakılırsa benim için geçerli değildi bu. Kaderimde ölüm var. Üstelik kısa bir zaman sonra. Kraliçe Elizabeth ise neredeyse 80 yıl yaşamıştı. Elbette söylenene göre tek aşkı olan Kral Sin öldükten sonra kalan hayatını yaşayan bir ölü gibi geçirmiş.
Birden aklıma gördüğüm kâbus geldi. Yeniden düşüyor gibi hissedince masaya tutunmak zorunda kalmıştım. Akhilleus fark etmiş olacak ki yerinden kalkıp yanıma yaklaştı.
“Hey, sen iyi misin-”
Yüzüme doğru uzattığı eline vurdum. Derin derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştım. Kalbim deli gibi atıyordu.
“Dokunma bana!”
Sandalyeden kalkıp yere oturdum. Ölecek gibi hissediyordum. Göz yaşlarım durmuyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu. Nefes alamıyordum. Elimi boğazıma götürdüm. Sanki boğazıma dolanmış görünmez bir ip vardı.
“Elizabeth! Kendine gel!”
Kafamı kaldırıp yanıma çökmüş adama baktım. Bulanık gözlerim yüzünden net göremiyordum. Sıcak bir el yanağıma dokundu. Jacob. Keşke şu an yanımda olsaydın. Beni kucaklar, kulağıma güzel sözler fısıldardın. Sıcak bir beden tarafından kucaklandım. Göğsüne yaslanınca biraz rahatlamış hissetmiştim. Ne zormuş hayatta kalmaya çalışmak. Eskiden böyle bir derdim olmamıştı hiç. Bir gün öleceğim bile aklıma gelmezdi. Birkaç derin nefes almaya çalıştım. Sakinleşip kendime gelmeye çalıştım. Kalp atışını duymak iyi gelmişti. Güm, güm, güm, güm…
Birkaç dakika sonra tamamen sakinleşmiştim. Bundan nefret ediyorum. Durumun farkına varınca geri çekilip gözlerimi sildim.
“Üzgünüm ben…”
“Özür dilerim Prenses Elizabeth. Size bu kadar korku yarattığımın farkında değildim. Bundan sonra sizin için daha dikkatli olacağım.”
Akhilleus bu sözlerden sonra yanımdan kalkıp odadan çıktı. Dia yaklaşıp beni ayağa kaldırdı.
“Prenses, yürüyebilir misiniz?”
Başımı onaylarcasına salladım. Dia’ya baktım. Sarı gözleri ıslaktı. Sanırım o da benimle birlikte ağlamıştı.
“Korkmanız ve verdiğiniz tepkiler sizin durumunuzda olan bir kişi için oldukça normal prenses. Ama size verebileceğim tek güvence burada tamamen güvende olduğunuz. Majesteleri sert görünümlü ve dış dünyada gaddar bir kral olarak biliniyor olabilir. Ama o 18 yaşına yeni girmiş bir çocuk henüz. Zor zamanlardan geçti. Size zarar vermeyeceğinden emin olabilirsiniz.”
Dia’nın sözleri beni az da olsa rahatlatmıştı.
“Biraz bahçeye çıkabilir miyiz? Temiz hava almak istiyorum.”
“Elbette. Size iyi gelir. Burada bir dakika bekleyin. Üzerinize bir şey getireyim. Hava güneşli olsa bile kuzey her zaman soğuktur.”
Dia koşarak yanımdan uzaklaştı. Onun gelmesini beklerken yavaşça kapıya doğru yürüdüm. Bedenim yanıyor gibiydi. Sanki kalbimden bir ateş vücuduma doğru yayılıyordu. Gözlerimi kapadım ve yürümeye başladım.
Devam Edecek…