Helios'un Kutsanmışları - 13. Bölüm
Dia’nın gelmesi uzun sürünce tek başıma yürümeye başladım. Bahçeye çıktım. Serinlik beni rahatlatmıştı. Tenime değen soğuk hava içimdeki ateşi söndürüyor gibiydi. Bilinçsizce yürümeye başladım. İki tane asker peşimden koşup beni durdurdu.
“Prenses Elizabeth, nereye gidiyorsunuz? Kale sınırları dışına çıkamazsınız.”
Neden bununla uğraşmak zorundaydım ki? Onlara söyleyecek bir yalan bulmalıydım. Zaten istesem de kaçamazdım. Alev kelepçeleri halen bileğimdeydi.
“Sadece yürüyüş yapıyordum. Üzerime bir şeyler getirir misiniz? Biraz üşüdüm de.”
Bir tanesi hızlıca yanımızdan ayrıldı. Diğeri peşimden yürümeye başladı.
“Lütfen peşimde yürümez misin? Bu çok rahatsız edici.”
“Üzgünüm Prenses. Kral’dan kesin olarak emir aldık. Sizi kale duvarları dışında asla yalnız bırakamayız.”
Yapacak bir şey yoktu. Dia’nın gelmesi neden bu kadar uzun sürmüştü acaba?
“YARDIM EDİN! MUTFAKTA YANGIN ÇIKTI!”
Ha! Yangın mı?
“Prenses, buradan bir yere ayrılmayın lütfen. Ben hemen kontrol edip geleceğim.”
Asker koşarak yanımdan uzaklaştı. İşte bu benim fırsatımdı. Hızlı adımlarla kaleden uzaklaştım. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama aynı zamanda bir o kadar da biliyor gibiydim. İnce kar tabakasının üzerinden yürürken sis bulutunun arkasında görünen bir dağa odaklandım. Sanki oradan bir şey beni çağırıyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Vücudum her adımda daha da yanıyor gibiydi. Bir göl görünce yavaşladım. Epey büyüktü ve buz tutmuştu. Etrafından yürümek çok uzun sürer gibiydi.
Yavaş adımlarla donmuş buzun üstünde yürümeye başladım. Yer yer ince olan buzda çatlamalar olsa da güvenli bir şekilde yarısına kadar gelmeyi başarmıştım. Dönüp arkama baktım. Taştan kale benim yeni zindanımdı. Bu sefer öylece oturup ağlamayacaktım. Hissediyordum. Gölün ötesinde bir şey vardı. Beni çağırıyordu.
Bir adım daha atamadan ayaklarım altında çatlayan buzun sesini duydum. Bir saniye sonra belime kadar donmuş suyun içine batmıştım. Derin ve titrek bir nefes aldım. Sağlam buz kütlesine tutunup kendimi kurtarmaya çalışsam da her seferinde buz ellerimin arasında kırılıp dağılıyordu. Bu kötüydü. Bu sefer böyle mi ölecektim? Yavaş yavaş suya batmaya başladım. Islanan kıyafetlerim ağırlaşmıştı. Kendimi yukarıda tutmamı engelliyordu. Ayaklarımı ne kadar çırpsam da işe yaramıyordu. Su boğazıma kadar gelince artık anlamıştım. Soğuk su bedenimi uyuşturmaya başlamıştı. Yavaşça dibe çekilmeye başladım. Kaçmaya çalıştığım ölüme bu sefer kendim yürümüştüm. Bedenim uyuştukça vücuduma sıcaklık yayılmaya başlamıştı. Nefesimi daha fazla tutamıyordum. Uykum gelmeye başlamıştı. Ah, Jacob…keşke burada olsaydın. Bunlar hiç başıma gelmezdi. Neden beni korumadın? Neden bunların olmasına izin verdin.
Suyun dibine batarken çırpınmaya çalışsam da fayda etmiyordu. İyiden iyiye uyuşan bedenim hareket kabiliyetini kaybetmeye başlamıştı. Kendi kendime güldüm. Tanrıçam, geri döndükten sonra bir daha adını anmadım diye mi sinirlendin bana yoksa yeniden yaşamama izin vermenin hata olduğunu mu düşündün. Bilincimi daha fazla açık tutamazken bir ses duydum. Ya da duyduğumu sandım. Kimsenin beni kurtarmaya geleceği yoktu.
Nefesimi daha fazla tutamıyordum. İstemsizce ağzımı açtım ve soğuk suyun ciğerlerime kadar gidişini hissettim. Çok korkuyorum. Bu berbat bir şey. Biri! Biri bana yardım etsin! Ellerimle ağzımı kapatmaya çalıştım ama olmuyordu. Sadece boğuluyordum. Nefes almak istiyorum! Bu karanlık bir zindanda aylarca işkence görmekten daha kötü.
Ah…bir şey oluyor. Sanırım daha hızlı batıyorum. Emin değilim ama suda bir hareketlilik var. Birinin sertçe kolumdan tutup çektiğini hissettim.
“Prenses Elizabeth!”
Her şey çok bulanık. Çok soğuk üşüyorum. Biri mi konuşuyor?
“Kendine gel!”
Sırtıma değen sert zemini hissedince refleks olarak yana doğru doğrulup yuttuğum suyu ve midemdeki her şeyi kustum. Bu çok kötü. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardım. Midemde kusacak bir şey kalmasa bile kusmaya devam ediyordum.
“Ölmek istemiyorum. Ölmek istemiyorum! Hayır! Bir daha ölmek istemiyorum.”
Titreyerek ağlamaya devam ettim.
“Çok korkuyorum. Sadece çok korkuyorum. Lütfen tanrıçam! Yaşamama izin ver!”
Birden koca bir bedenin kucaklamasını hissedince yalnız olmadığımı anladım.
“Sakin ol prenses. Sorun yok. İyisin.”
Bu ses…Akhilleus.
“Sen, nasıl? Neden?”
Saçlarımı okşayarak kafamı omzuna bastırdı. Ağlamaya devam ederken konuşmaya çalışıyordum.
“Akhilleus nasıl bildin? Beni kurtardın…”
Yavaşça çekilip yüzüme baktı. Bana sarıldığı için o da ıslanmıştı.
“Bileğinizdeki mavi alev prenses. Onu kaldırmadığım için sevindim. Burada ne işiniz vardı? Neden tek başınıza kale sınırlarını aştınız?”
Burnumu kolumla sildim. Yüzümü eğdim. Ne diyebilirdim ki? Ellerimi tuttu. Merakla yüzüne baktım.
“Ne yapıyorsun?”
“Vücudunuzdaki suyu kurutmam için size temas etmeliyim prenses. Böyle kalırsanız hasta olursunuz.”
Ne yaptığını anlamasam da vücudumdaki suyun yavaş yavaş ellerimize doğru çekişini izledim. Çok odaklanmış duruyordu. Elleri sıcaktı. Toplanan su kocaman bir küre şeklini aldı. Akhilleus su topunu kendi avucuna alıp boş araziye doğru savurdu. Ardından yerden kalkıp beni kucakladı. Normalde itiraz ederdim ama şu an fazlası ile yorguiran ve kötü bir haldeydim. Kollarımı boynuna doladım. Kaleye varana kadar hiç konuşmadık. Kahya bizi kapıda karşıladı. Üstü başı is olmuştu.
“Majesteleri, prenses iyi mi?”
“Evet sorun yok. Yangın ne durumda? Yaralanan kimse oldu mu?”
Kâhya başını hayır anlamında salladı.
“Dia biraz dumandan etkilenmiş yalnızca. Şimdi diğer kızlar onunla ilgileniyorlar. Yangın da hızlıca söndürüldü. Herhangi bir problem kalmadı.”
Akhilleus bu sözlerden sonra bir şey demeden merdivenlere doğru yöneldi.
“Majesteleri, size söylemem gereken bir şey daha var. Bir misafiriniz var.”
Devam Edecek…