Helios'un Kutsanmışları - 9. Bölüm
Kapıyı açıp tüm gücümle bağırdım. Koşmaya devam ederken etrafıma bakındım. Jacob’un odasına girdim.
“Jacob! Uyan! Odamda biri…”
Jacob burada değil. Arkamdan gelen ayak sesleri yaklaşınca kendimi korumak için alev oluşturmaya zorladım kendimi. Kapıya bakamıyordum. Kim olduğunu bilmek ya da o kişi ile şu anda yüzleşmek istemiyordum.
“Prenses, sizi korkutmak istememiştim. Sabah çok güçlü görünüyordunuz. Bu şekilde bir tepki verebileceğinizi tahmin etmemiştim.”
Bu ses! Yavaşça arkamı döndüm. Birkaç adım geri gidip yatağa oturdum. Kral Akhilleus’un ne işi vardı burada? Geçmiş hayatımda Nicole’un sevgilisi o muydu? Eğer öyle ise beni istemesinin sebebi…
“Prenses, renginiz çok solgun. Özür dilerim. Sizi böyle kötü etkilemek değildi amacım.”
Kral Akhilleus odadaki mumları yakarak önüme gelip diz çöktü. Titrememi durduramıyordum.
“Ja-jacob ve diğer tüm muhafızlar nerede? Onlara ne yaptın?”
“Hiçbir şey. Sarayınızda hiçbir koruma olmamasına bende oldukça şaşırdım.”
Ne demek hiçbir koruma yok? Sarayın girişinde iki, geriye kalan bütün koridorlarda dörder koruma olmalıydı. Ayrıca Jacob, neler oluyor?
“Doğruyu söylediğinizi ne bileyim? Belki hepsini tehdit edip kaçırttınız. Ayrıca, bu saatte sarayımda ne işiniz var?”
“Size söylüyorum, kimseyi görmedim. Ah nişanlınızı gördüm ama. Odalarımıza çekildikten 1 saat sonra onu arka bahçedeki tahta bir kulübeye girerken görmüşler askerlerim.”
Arka bahçedeki tahta kulübe mi? Orası eskiden benim için yapılmış bir yatak odasıydı. Kocaman sarayda kalmak ve uzun koridorları yürümekten yorulduğumu söyleyip bahçede çiçek kokuları eşliğinde bir odada kalmak istediğimi söylediğim için yapılmıştı. Oraya yıllardır gitmedim. Jacob’un orada ne işi olabilir ki?
“Prenses, buraya geliş amacımı da sormuştunuz değil mi, sizi götürmek için geldim.”
“Ne demek götürmek? Anlaşmamız var, biraz daha zamana ihtiyacım olduğunu size söyledim.”
Halen önümde diz çökmüş haldeydi. Koca bir kralın önümde bu şekilde durması oldukça tuhaftı.
“Evet, biz anlaşma yaptık fakat kraliçenin farklı planları var gibi. Güneş doğmadan gitmezsek kraliçe buradan çıkmamıza izin vermez ve bizi savaşa sürükleyecek. Bunu istemezsiniz değil mi? Güneşin doğmasına 3 saat var. Hemen yola çıkarsak güneş doğmadan yeterince yol kat etmiş oluruz.”
Söylediklerinde haklı olabilirdi. Ayrıca aileme veda edip ayrılmak daha zor olacaktı. Bu adamın beni bu şekilde kıstırmasından nefret ediyordum.
“Peki. Gidelim.”
Gülümseyerek ayağa kalktı ve bana elini uzattı. Elini tutunca sol bileğime ateşten mavi bir halka çizdi.
“Bu nedir?”
“Kaçmanı engellemek için soğuk ateş kelepçesi. Buna sahipken kaçsan da ateş izi bana her an nerede olduğunu gösterecek.”
“Zaten yemin etmedik mi? Buna ne gerek var? Mahkûm muyum ben?”
Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Hiçbir şey söylemeden odadaki mumları söndürdü ve onu takip etmemi işaret eden bir hareket yaparak odadan çıktı. En azından üzerimde pijama yerine halen kıyafetlerim var. Birkaç gündür pijamalarımı giyemeden uykuya dalmam iyi oldu sanırım. Kimseye yakalanmamak için sarayımın arka kapısından çıkarken Kral Akhilleus haklı olduğunu gördüm. Buralarda hiç kimse yoktu. Bu da ne demek oluyordu peki? Kraliçenin emrine itaatsizlik mi etmişlerdi? Belki de gün içinde göstermelik görünüp geceleri ben uyuduktan sonra saraydan çekiliyorlardı. Sör Jasper bu disiplinsizliği bilse bütün askerleri idam ettirtirdi. Peki ya Jacob? Onun eski kulübede ne işi vardı? Bunu öğrenmem lazım. Arka bahçenin girişinde bekleyen batılı birkaç asker bizi görünce selam verdiler.
“Kral Akhilleus, gitmeden önce bir şey yapabilir miyim? Çok hızlı olacağım.”
“Hayır. Zamanımız yok.”
İfadesi sertti. Sanırım şövalyeleri önünde zayıflık göstermek istememişti. Beni belimden kucaklayıp kara bir ata bindirdi. At o kadar büyüktü ki bizim Hades yanında onun yavrusu gibi kalırdı. Arkama binip bir kolu ile belimi sardı.
“Böyle nasıl atı süreceksin? Bırak beni ikimizde düşeceğiz!”
“Prenses, doğduğum günden beri ata biniyorum ve güzel kızım beni hiç üstünden düşürmedi. Bu yüzden sadece sakin ol.”
Öyle dese bile bana çok yakındı ve kucağında oturuyor gibi hissediyordum. Sessizlik içinde yola devam ettik. Güneş doğmaya başlayınca çoktan sınırlara yaklaşmıştık.
“Yoruldun farkındayım ama biraz daha dayan. Batı sınırlarına geçiş yapınca dinleneceğiz.”
Arkadan eğilip kulağıma fısıldaması irkilmeme neden olmuştu. Cevap vermeyip başımı sallamakla yetindim. Hayatımda ilk defa at üstünde bu kadar kalmıştım. Yorulduğumu nereden anladığından başlayarak ona sormak istediğim çok fazla soru vardı ama bunları at üstünden inince sormaya karar verdim. Bir saat daha geçtikten sonra güneş ışınları tenimi yakacak kadar güçlenmişti. Batı sınırlarına yaklaştıkça ilerideki kalabalığın seslerini duyuyordum. Yaklaştıkça artan seslerin “Çok yaşa Kral Akhilleus” dediğini net bir şekilde işitebiliyorduk. Bu kadar sevilmesi gerçek miydi yoksa hepsi krala yağcılık mı yapıyordu.
“Kralım! Yorgun olmalısınız. Lütfen sizi hanımda ağırlamama izin verin! En iyi yemekler ve içkiler bendedir!”
Kalabalığın içinden bağıran bir hancı dikkatimi çekti. Yemekten bahsedilince karnımın guruldadığını duydum. Ellerimi birleştirip susmasını bekledim.
“Açıktın mı? İnip o hancının mekânında yemek yiyelim mi?”
Başımı arkaya çevirip evet anlamında başımı salladım.
“Beni kaçırıp buraya kadar getirdin. Açlıktan ölmeme izin vermeyeceksin herhalde.”
Önüme dönerken kıkırdamasını duydum. Elini kaldırması ile bütün atlar durmuş, kalabalık susmuştu. Attan inip hancıya yaklaştı.
“Prenses için yeterince kaliteli yemeğiniz var mı? O narin bir çiçektir. Her şeyi yiyemez.”
Hancının gözleri parlıyordu. Eğer kral onun yerinde yemek yerse krallığın en ünlü hancısı olacağını biliyordu.
“Elbette! Elbette! Prenses için en güzel yemeklerimizi hazırlayacağım! Ama sormak isterim, özellikle sevdiğiniz ya da sevmediğiniz bir şey var mı prensesim?”
Domates. Domatesten nefret ediyordum. Rengi, içindeki sulu kısmı ve boğazıma yapışan çekirdekleri ile beni deli ediyordu.
“Domates sevmem. Onun dışında lezzetli olan her yemek olur.”
Hancı başını sallayıp koşarak mekâna girdi. Askerler yavaş yavaş atlarından inerken benden bu koca attan nasıl ineceğimi düşünüyordum.
“Prensesim. Yardım ister misiniz? Bu büyük bir at. Düşüp yaralanmanızı istemeyiz.”
Bana kocaman bir gülümseme ile elini uzatan genç şövalye Kral Akhilleus ‘un hemen arkasında duran kişiydi. Sanırım onun baş şövalyesiydi. Zırhının diğerlerinden farklı olmasına bakarak bunu kolaylıkla söyleyebilirdim. Rüzgardan karışmış kahverengi saçları ve parlak yeşil gözleri ile uzattığı elini tutmamı bekliyordu. Elini tutarak kendimi atın üstünden attım. Beni tutup nazikçe yere indirişi Akhilleus ‘un beni atın üzerine bindirmesinden tamamen farklı hissettirmişti. Gülümseyip teşekkür ettikten sonra diğer şövalyelerle birlikte hana girdik.
Nereye oturayım diye bakarken Akhilleus ‘un bana el salladığını gördüm. Onunla atın üzerinde yeterince zaman geçirmiştim. Beni attan indiren şövalyenin yanının boş olduğunu görünce oraya yöneldim. Sandalyeye otururken Akhilleus’un bana kötü bakışlarını hissetsem de kafamı çevirip bakmadım.
Hancı yemekler hazır olana kadar içki servis etti. Bütün şövalyeler zafer edası ile içkilerini içip şarkılar söylerken onları izlemek keyifli gelmişti. Bir an tutsak bir prenses olduğumu ve bir daha ailemi ne zaman görebileceğim gibi dertleri unutmuştum.
“Prensesim! Siz içmez misiniz? Ah bu arada çok üzgünüm büyük kabalık size kendimi tanıtmayı unuttum. Benim adım Anakin, gördüğünüz bu şövalyelerin başı ve Kral Akhilleus’un çocukluk arkadaşıyım.”
Bize kötü gözlerle bakan Akhilleus’a el sallayıp benimle konuşmaya geri döndü. Sanırım çabuk sarhoş olan bir tipti. Yüzü kızarmış ve yarım saat önceki düzenli konuşması bozulmaya başlamıştı.
“Hayır sağ olun Sör Anakin. Ne yazık ki içki içecek yaşta değilim. Yine de teklifiniz için teşekkürler.”
Sör Anakin’in benimle konuştuğu gören diğer şövalyelerde bana yaklaşıp benimle sohbet etmeye, sorular sormaya başladılar. Hepsi bir ağızdan konuştuğu için ne yapacağımı bilemiyordum.
“Lütfen hepiniz başımdan gidin!”
Aniden bağırmam hepsini korkutmuştu. Neyseki aynı anda yemek servisi başladı. Hancı bize ordular dolusu yemek yapmıştı. Mutfakta kaç tane elamanı olduğunu çok merak etmiştim.
Yemeği yedikten sonra sarhoş askerler, yemek boyunca da içmeye devam ettikleri için, kafalarını yerden kaldıramayacak hale gelmişlerdi. Bende yorgunluk ve yemekten sonra çöken ağırlık ile oldukça halsiz düşmüştüm. Gözlerim bir an Akhilleus’u arasa da oturduğu yerde yoktu. Nerede olduğunu merak edip kapının önüne çıktım. Yüzüme çarpan akşamüstü ılıklığı beni az da olsa kendime getirmişti. Çevreme bakındım. Akhilleus atların yanında duvara yaslanmış gökyüzünü izliyordu.
Batmakta olan güneş ışınları gece gibi siyah saçlarında parlıyordu. Genç ve güzel yüzü parlıyor, gözleri ay ışığını izliyormuşum gibi hissettiriyordu. Ona bakmak bir tabloya bakmak gibiydi. Gözlerimiz buluşunca utandığımı hissettim. Neler düşünüyordum ben. O beni kaçırıp ailemi öldürmekle tehdit eden zalim biri. Derin bir nefes alıp hana girmek için arkamı döndüm. Ama o anda kaldırım taşları benimle yüz yüze gelmek istemişlerdi. Takıldığını fark etmediğim eteğimi çekiştirirken yırtılması ile kendimi dizlerim üzerinde bulmuştum.
“Krallıktayken bana diz çökmemiştin. Şimdi mi ödemek istedin borcunu?”
Akhilleus eğlendiği çok belli olan bir gülümseme ile yanıma geliyordu. Sinirle yerden kalktım. Bu seferde ani kalkmamın sonucu olarak dönen başım dengemi yitirmeme neden olmuştu. Belimden tuttuğunu hissettim el beni düşmekten kurtarmıştı. Güneş yüzünden kıstığım gözlerim ile beni tutan koyu renk saçlı adama baktım.
“Jacob.”
Ağzımdan fısıltı ile çıkan nişanlımın ismi ile Akhilleus telaffuz edemeyeceğim bir küfür sarf etmişti. Şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış gözlerimle halen beni belimden tutan adama baktım. Kendime gelip ondan kurtuldum.
“Neden böyle çirkin bir laf sarf ettin!”
“Benim kollarımdayken başka bir herifin adını fısıldıyorsun. Hemde onun gibi aşağılık birinin adını. Sence de rahatsız olmam çok normal değil mi?”
Ne saçmalıyordu bu? Ona neydi ki kimin adını andığımdan!
“Bu çirkin sözlerini söylediğiniz kişi benim nişanlım! Sizinle buraya gelmem ne krallığımın prensesliğinden ne de nişanlımla olan sözümden beni alıkoymuyor. Rica ediyorum bir daha benim yanımdayken nişanlım hakkında böyle konuşmayın.”
Akhilleus yine kıkırdadı. Ama bu seferki farklıydı.
“Çok sevgili nişanlının o kulübede ne işi olduğunu merak etmiyor musun?”
Devam Edecek…