Kan ve Oyun - 1. Bölüm
BİRİNCİ BÖLÜM
Ölüm Bizi Ayırıncaya Dek
DEVA
Hayat oyunlarla dolu kocaman bir labirentti. Her bir dönemeç, her bir ayrım yepyeni kapılara açılırdı. Arzularının esiri olan her insan; sevdikleriyle sınanırken, Arzularını kendine köle eden insanlar ise başkalarını kendine kukla edinmeye çalışırdı.
Kısacası; Dünya kocaman bir oyun bahçesiydi ve biz faniler, arzularımızın kuklasıydık.
Derin bir nefesi ciğerlerime hapsettiğimde düşüncelerimden kurtulmak için kafamı olumsuzca salladım. Düşünceler birer toz tanesine dönüşüp beynimi terk ettiğinde gözlerimin önündeki manzara daha da netleşti. Algılarım teker teker kendine gelip damarlarıma yoğun bir adrenalin salgılarken istemsizce bir adım geri attım.
Parmak uçlarımı istila eden kırmızılık yavaş yavaş ıslak ve soğuk zemine damlalar halinde dökülüyordu ve nefesim boğazımda büyük bir havan topuna dönüşmüştü. Kanın ve isin kokusunu alabiliyordum adeta.
Panik atak bedenimi ele geçirirken gözlerimi sıkıca yumdum ama sahne gözlerimin önünden gitmiyordu. Kan kokusu, tiz bir çığlık ardından ise karanlık. Aynı sahne tekrar tekrar beynimin en kuytu köşelerinden fırlayıp beni avlıyordu.
Gözlerimi korkuyla açtığımda nerede olduğumu kavramam birkaç saniyemi aldı. Evimdeydim, güvenli alanımdaydım, kimse beni bulamaz ve avlayamazdı. Karanlık yatak odasını aydınlatan tek ışık kaynağı, pencereden yansıyan sokak lambasının yansımasıydı. Bedenim yavaşça sakinleşirken paniğimi dindirmek için boğazıma sımsıkı sardığım ellerimi yavaşça çözdüm. Parmaklarımın emaresinin boğazımda kırmızı şeritler bıraktığının bilincine vararken bedenimi ele geçiren acı bir ızdırabın yavaş yavaş yok olduğunu hissederek gözlerimi yumdum. Korkumun beni ele geçirmesine izin vermemeliydim.
Kulaklarımdaki uğultunun geçmesini bekliyordum fakat kalbimin gümbürtüsü kulaklarıma vuruyordu. Bütün bedenimi ele geçiren titreme ve korkuyu yok etmeye çalışan bir güç beni kolları arasına aldığında nefesim kesildi. Kabusun etkisi yavaş yavaş zihnimin en karanlık köşelerine bir sis misali çekildi. Harun’un varlığını benimsemem birkaç saniye aldı. Kocam yanımdaydı ve beni dindirmek için kulağıma sakinleştirici sözlerini mırıldanıyordu fakat dingin sözlerini kavrayabilmek için sakinleşmem birkaç dakikamı aldı. Aynı Kâbus yıllardır peşimdeydi. Silahlar, dumanlar, kan ve çığlıklar. Sanki ölüm beni avlamak için peşimdeydi ve yıllardır aynı Kâbusları bana musallat etmeyi eğlenceli buluyordu.
“Her şey yolunda, evimizdeyiz, güvendeyiz.” Kocamın kelimeleri her saniye içime huzur tohumları ekerken kendimi onun kollarına bırakıp sakinleşmeye çalıştım. Birbirimize sarılarak geçirdiğimiz sürede kendimi ona tamamen teslim etmiştim. Saçımdaki elinin okşayışı ve boynuma bıraktığı öpücükler fazlasıyla mest ediciydi. Parmak uçları çenemi kavrayıp hafifçe yukarı kaldırıp onun kahve harelerine bakmaya zorladığında gözlerime dolan ani yaşları engelleyemedim.
“Shh sorun değil, sadece bir kabustu.” Tesellilerinin arasında göz yaşlarımı öpüyor ve bir eliyle de sırtımı sıvazlıyordu. Biraz da olsa rahatlamış şekilde ona sıkıca sarıldığımda yüzümü omzuna gömdüm. Artık bu kabuslar hayatımın bir parçası olmuştu ve sanırım gitmeye hiç niyetleri yoktu. Harun’un kokusunu içime çekerken tek istediğim artık bu kabusların bir son bulmasıydı.
Ertesi sabah, kahvaltıyı hazırlarken mutfak duvarındaki takvim dikkatimi çekti. Daha doğrusu Takvimin üzerinde, kırmızı tahta kalemiyle kalp içine alınmış güne baktım, Bugün 18 Ekim’di. Harun’un doğum günü. Kocam 30 yaşına girecekti.
Dört yıldır evliydik ve her sene birbirimizin doğum gününü baş başa kutlardık. Gerçi bu fikri öne atan Harun’du, emindim ki doğum günümüzü baş başa kutlamak istemesinin nedeni beni kötü hissettirmemekti. Dört sene evvel onun doğum günlerini ailesi, arkadaşları ile kutladığımız bir gün sanırım bakışlarımda gördüğü hüznü yanlış anlamış ve bundan sonraki doğum günlerimizi baş başa kutlamak istediğini söylemişti. “Senin ailen benim.” demişti. Biliyordum, onunla tanıştığım günden beri ailem olduğunu biliyordum.
Harun’la tanıştığımda yeni bir koruyucu aileye verilmiştim, aslında yeni koruyucu ailem olan iyi insanlardı fakat insan; yıllarını yetimhanede, farklı ailelerin himayesinde geçirince ister istemez içinde hep bir ukdeyle, güvensizlik ve terk edilme korkusuyla yaşıyordu.
Harun, mutfağa girdiğinde rafa dizdiğim tabakları tezgaha bıraktım ve ellerimi üzerimdeki mutfak önlüğüne silip ona döndüm. Yüzündeki masum gülümsemeyle bana doğru gelip sıkıca sarıldı ve alnıma küçük bir buse kondurdu.
“Günaydın,” diyerek kulağıma mırıldandığında bakışlarımı gözlerine kilitledim ve günaydın dedim sıcacık bakışlarında erirken. Parmaklarımızı birbirine dolayıp dudaklarına götürdü “İyi ki doğdun sevgilim,” dudaklarına fısıldayarak küçücük bir öpücük kondurduktan sonra geri çekilmeme izin vermedi. Alınlarımızı birbirine yasladı. “Daha güzel doğum günlerimiz olsun bir tanem.” Kelimeleri ve sıcaklığı beni sımsıkı sararken başımı omzuna yasladım.
“Belki…” belki seneye bu günlerde bize eşlik eden küçük bir canlı da olurdu. Düşünceli bir mırıltı dudaklarımdan firar ettiğinde ister istemez bakışlarım mutfak zeminine kaydı.
“Belki?..” düşüncemin bir kısmını sesli söylediğimi fark edince başımı geriye itip bakışlarımızı birbirine sabitlemeyi başardım. Utanç yanaklarıma doğru yol alırken gözlerimi kaçırdım ve kısık bir sesle konuştum. “Belki seneye… belki de iki kişi değil, üç kişi olarak kutlarız.” Sarf ettiğim kelimelerin yükü kalbime ağırlık yaparken gözlerimin dolmasını engellemeye çalıştım. Harun’la küçük yuvamızı genişletmek ve bu sessiz evi küçük bir bebeğin doldurmasını istiyordum…belki de iki… üç de olurdu. Hepsine yetecek kadar sevgi ve ilgiyi kalbimde şimdiden biriktirmiştim.
“O zaman şimdiden çalışmalara başlamamız gerekiyor.” Gülerek yüzünü, yüzüme yaklaştırdı. Kalbim heyecandan takla atarken istemsizce kendimi kollarına bıraktım.
“Gerçekten mi?”
“Asıl şaşırması gereken benim, uzun zamandır korunuyorduk ama eğer sen hazırsan ben de hazırım.”
Sesimdeki sevinç, mutfağın dört bir yanında yankılanıyordu.
“Çok hazırım, hep hazırım!”
“İstersen hemen şu an yapalım bir tane.” Esprili tonunda sezdiğim ciddiyet karşısında gülmeden edemedim, ikimiz de gülüşürken istemsizce olduğumuz yerde sallanmaya başlamıştık. “O zaman, yapıyor muyuz gerçekten?” Sorusu karşısında normalde dikkatle düşünüp öyle cevaplamam gerekirdi fakat hiç düşünmeden kafamı salladım ve durduramadığım gülüşümle beraber “Evet!” dedim.
Evliliğimiz, birbirimize olan sadakatimize ve sevgimize dayalıydı. Üniversite’ye ilk başladığım gün kaybettiğim yolumu onunla bulacağımı bilemezdim.
Bu hayattaki en büyük şansım, onun tarafından sevilmek ve sayılmaktı.
Mutlu anımızı bölen telefon melodisiyle Harun’un güvenli kollarından ayrılır ayrılmaz bedenimi kaplayan soğukluğu görmezden geldim.
İşaret parmağıyla bir dakika işareti yaptı ve ceketinin iç cebinden telefonunu çıkardı. Arayan her kimse kaşlarının hafifçe çatılışını izledim ardından hiçbir şey demeden mutfaktan çıktı. Her kim arıyorsa muhtemelen iş yerindendi, o yüzden çok kafa yormadan akşam için hazırlık yapmaya devam ettim.
Birkaç dakika sonra sokak kapısı sertçe kapandı ve ister istemez Harun’un izin gününde de çalışmaya çağırdıklarını anladım.
İLAHİ BAKIŞ AÇISI
Sonbaharın ilk yaprakları, nemli ve yağmur kokan toprağa yavaşça süzülürken kaderin pusulası okunu çevirmeye başladı.
Harun, Opel marka külüstür arabaya doğru ilerlerken bir yandan geriye bakmamak için kendi sınırlarını zorluyordu. Tuttuğu sırlar yavaş yavaş boyunu aşıyor, battığı bataklıktan kurtulmak için debelendikçe daha da boğuluyordu.
Arabanın sürücü kapısı yavaşça açılıp hızlıca kapandığında Harun sinirli bir nefes alıverdi.
“Kaç defa diyeceğim kapıma gelme diye! Mahalleme gelmeni istemiyorum!” Kimse duymasın diye sesini alçaltsa da bedenini ele geçiren sinir harbi dışarı çıkmak için kemiklerine adeta basınç uyguluyordu.
Karşısındaki adam iğrenç bir tavırla gülümseyip kollarını bağladı ve aracın kaputuna yaslanarak bir ayağını diğer ayağının üstüne attı. “Artık ortağından utanır mı oldun Harun Efendi? Yoksa hala kimsenin haberi yok mu yeni dostlarından?” Kelimelerinin altındaki sinsi ima Harun’un ruhunu sıkıştırsa da ses edemedi, tek isteği her şeyden kaçıp gitmekti. “Ne var yine? Ne diye aradın sabahın köründe?” adamın tam önünde durduğunda tehditkâr bakışlarından damlayan tek şey korkusuzluktu. Ne ondan ne de tasmasını tutandan korkuyordu.
“Yeni bir iş var, patron senin halletmeni istedi.” Adam kaputa sertçe iki defa avuç içiyle vurduğunda, Harun’un bakışları beyaz arabanın yıpranmış kaputuna değdi. “Bu hafta çalışmayacağımı söyledim, başkasına versin işi. Bugün yokum.” İtirazına karşı, Adamın yüzünde tek bir mimik oynamadı ama birkaç saniye sonra alaylı bir gülümseme yüzünün her bir zerresini aydınlattı. “Sen bu işleri fazla hafife alıyorsun kral, bizde geri dönmek veya canın istediğinde emirleri geri çevirmek yoktur. Patron ne isterse o an, o dakika yapılır.” Sözlerine daha da sert bir ton ekleyerek devam etti. “Hasta mı oldun? yapacaksın! Ölüyor musun? yapacaksın! Mazeret yok! müsamaha yok!” Harun dertli bir bakışla etrafı incelemeye başladı.
Bu çukura nasıl bulaştı hala daha anlamamıştı. Bu adamlara bulaşmamalıydı, şimdi başı dertten kurtulmuyordu. “Tamam, tamam kes sesini.Yapacağım.” sert bir yutkunuşla adamın zafer dolu iğrenç gülüşüne maruz kaldı. “Doğru seçim, ortak.” Ondan nefret ediyordu. Ona tahammül etmekten nefret ediyordu.
Adam hızlıca kaputu açtı ve Harun’a işi gösterdi. Gördüğü manzaraya dayanamıyordu artık. Yaptığı, bulaştığı şeyden nefret ediyordu. “Ne yapıyorsun? Burada açamazsın, bir gören olacak!’ kaputu bir eliyle kapatmaya çalışırken diğer yandan da etrafı inceliyordu, kimsenin çevrede olmadığından emin olduktan sonra iki eliyle kaputu hızlıca kapattı ve gözlerini birkaç saniyelik olsa da yumma gereği duydu. “Artık alışmışsındır diye düşünmüştüm, merak etme birkaç ay sonra tamamen alışırsın.”
“Alışmak…tam olarak neye alışmamı bekliyorsun? Bu bagajda bir çocuk var!”
Adam birkaç saniye Harun’un yüzüne ifadesizce baktı “Evet? Çocuğu oraya ben koydum ve sen de onu sana attığım adrese götüreceksin. Daha önce onlarca kez yapmıştık, unuttun mu?”
Yutkunması, duyduklarını idrak etmesi biraz zamanını aldı.
Oysaki daha birkaç dakika önce eşiyle çocuk yapma planları yapıyorlardı. Şimdiyse…şimdiyse bir arabanın bagajında hareketsiz yatan, El ve ayakları halatla bağlanmış küçük bir çocuğu taşıyacaktı. ”Ben…ben…”
“Sen ne? Artık geri dönüş yok kral, unuttun mu? Bir anlaşma yaptın ve patron sana güvendi. Şimdi anlaşmadan geri dönemezsin.” Haklıydı, artık çok geçti. Geri dönemezdi.
Kaputtan ayrıldı ve arabanın ön tarafına geçip kapıyı açtığı gibi koltuğa oturdu. Kollarını birbirine bağlayıp dik bir şekilde karşıyı izlemeye koyuldu. Birkaç saniye sonra ise Adam yüzünde zafer kazanmış bir gülümsemeyle arabanın sürücü koltuğuna oturdu. “Ha, unutmadan. Patronun sana bir doğum günü hediyesi var.” Harun ilgisiz bir şekilde göz ucuyla adama baktı. “O kadar ilgimi çekmiyor ki.” deyiverdi ve tekrar önüne baktı. Boş sokağı izlerken aklında tek hemen eve geri dönme düşüncesi vardı. “Olur mu öyle şey kral, hem belki beğenirsin. Patronu üzmeye değer mi?”
Harun bıkkınca adamın elindeki kutuyu açtı, önce kulağına yaklaştırdı ve hızlıca salladı. Kutu pembe bir kağıtla kaplıydı ve üzerinde mor, beyaz yıldızlarla çevrili bir kurdele vardı. “İçinde bomba olabilir mi?” deyiverdi ama ses tonunda ufacık bir espri tonu yoktu. “Zannetmiyorum, en yeni ve favori çalışanını öldürmeye kalkmaz.” Adamın yüzündeki ciddiyeti dikkate alarak yavaşça kurdeleyi çözdü ve kutuyu açtı.
Gördüğü manzarayla bugün ikinci kez şoke uğradı.
Hayatında kardeşinin silahı dışında başka hiçbir silah görmemişti. “Bu nedir?” diye istemsizce fısıldadı. Adam kaşlarını çattı ve silahı işaret ederek “Silah.” dedi. Daha doğrusu, sıradan bir silaha benzemiyordu. Silahından gövdesinden başlayan yılan motifleri namlunun en uç noktasına kadar uzanıyordu ve her bir desen sanki büyük bir emekle işlenmiş gibiydi, oldukça ağır ve ürkütücü görünüyordu. Tetik korkuluğu, normal silahların aksine oval değil, girintili çıkıntılıydı. Özel bir işçilik eseri olduğu çok belliydi. “Patron senin için yaptırdı. Bu dünyada eşi benzeri yok demeyi isterdim ama maalesef bu silah dışında bir tane daha var, şimdi de biri senin.” Sesinde gizli bir ima olsa da Harun bunu görmemezlikten gelmeye çalıştı. Çünkü şu an ne olduğunu kavrayamıyordu. Bu hediye de nereden çıkmıştı?
“Buna hiç gerek yoktu.” Hediye kutusunu alıp adama fırlatırcasına attı. “Ne o, karın kızar diye mi korkuyorsun?” Adam kutuyu geri paslarken alayla kahkaha attı ve arabayı çalıştırdı. Harun keyifsiz bir homurtuyla arkasına yaslandı ve önlerinde akmaya başlayan yolu keyifsizce izlemeye koyuldu.
İçinde tarif edemediği bir huzursuzluk vardı.
DEVA
Saat 18:00 olmuştu ve son dört saatimi vererek hazırladığım doğum günü pastasını masaya taşırken bir kulağım kapıdaydı fakat ne bir hareketlilik vardı ne de Harun’dan bir ses. Telefonla konuşmak için mutfaktan çıkalı sekiz saat on yedi dakika, evden çıkalı ise sekiz saat on dakika olmuştu.
Yemek masasına son kez göz attım; masanın iki ucunda bulunan şamdanlardaki mumlar yavaş yavaş eriyor ve sönmeye yüz tutuyordu, Masadaki yiyecekler şimdiden soğumuş ve hava çoktan kararmıştı.
Hücrelerimden uyanmaya başlayan merak yavaş yavaş zihnimi ele geçirmeye başlamıştı.
Neredeydi?
Zil aniden çaldığında yerimde zıpladım ve koşarak kapıya ulaştım. Kapıyı açmadan önce giydiğim kırmızı, dizlerime kadar uzanan elbiseye çeki düzen verdim ve dalgalandırdığıö kızıl saçlarımı düzelttim. Yüzüme kondurduğum gülümsemeyle kapıyı açtım.
Ama karşımda kocam yoktu. Onun yerine kardeşi, Emre duruyordu. Üzerinde polis üniforması ve belinde ise silahı duruyordu. Arkasında duran polis arabalarını fark etmem zaman aldı. Ne olduğunu anlayamıyordum, sorarcasına Emre’ye baktığımda ise aklındaki kelimeleri diline dökmesi zaman alıyor gibiydi. “Deva,” dedi tereddüt edercesine. Gözlerini kaçırıyor ve sürekli yutkunup dudaklarını dişliyordu. “Bizimle gelmen gerekiyor, bir süreliğine.” Anlamsızca ne olduğunu kavramaya çalışıyordum ama beynim durmuş gibiydi. “Ağabeyim, ağabeyim…vefat etmiş.” ağzından çıkan kelimeleri duymuyormuş gibiydi. Söylediği kelimeler hafızamda yer edinmiyor, bir kulağımdan girip çıkıyordu sanki.
Vefat etmek de ne demekti?
Kalbim aniden kocaman bir kuvvetle ezildiğinde kendimi kapının eşiğinde, yere devrilirken buldum, bedenim ve gözlerim kuvvetini kaybederken gözlerim hafifçe kapandı.
Bedenimi ele geçiren soğuk öyle bir soğuktu ki sanki bir tabuta koyulup okyanusun dibine atılmışım da derinlere indikçe okyanusun her bir hırçın darbesi derime çivileri çakıyordu. Her saniye boğazımı sıkan el, kuvvetini daha da arttırıyor, nefesimi kesiyordu. Ne nefes alabiliyordum ne de vücudumu ele geçiren bu iğrenç duyguyu sistemimden atabiliyordum.
Kalbim son üç gündür atmıyordu, son üç gündür kendimi küçük bir tabutta hissediyordum. Üzerime yıkılan bir enkazdan çıkmaya çalışıyor ama kendimde o gücü bulamıyordum.
“Nasıl, nasıl olabilir?” Kelimeler ağzımdan zorla çıkıyor ama ne kulaklarıma ne de bedenime çarpıyordu.
Emre’nin yönlendirmesiyle otopsinin içine girdiğimde istemsizce birkaç santim uzağımda olan kolunu daha sıkı kavradım. Bu gerçek olamazdı. Orada yatan…Orada yaran benim kocam değildi.
Her şey bir kabustu, bu bir kabustu.
Gözlerimi sıkıca yumdum ve acı içinde yanan göz kapaklarımı görmemezlikten gelmeye çalıştım. Göz pınarlarımı işgal etmeye yeltenen gözyaşlarını geri göndermenin bir çaresi var mıydı?
Kendimi hapsettiğim keder yavaş yavaş dizlerimin bağını çözerken tutunacak bir yer aradım fakat buğulu gözlerle etrafa odaklanmak çok zordu.
“Dikkat et,” Emre’nin uyarısıyla bir duvara yaslandım ve kendimi bıraktım. Ayaklarım bir bataklığa saplanırken dizlerimin üzerine kapaklandım. “ Deva, Deva bana bak. Nefes al,”
Nefes almak mı? Nasıl nefes alınıyordu? Üç gündür nefes almak için bir nedenim kalmamıştı. Yaşadığım bu dünya bana tamamen farklı görünüyordu. Ağaçlar, evler, gökyüzü bile siyaha boyanmıştı. Tekrar yetim kalmıştım, tekrar öksüzdüm, tekrar bu koca dünyada yapayalnızdım. Yüzüme çarptığı ıslak şeyin su olduğunu anlayınca gözlerimi açabildim ve biraz olsun kendime gelebildim.
Otopsiye gelmiştik,
Teşhis için…
Kalbim bu farkındalıkla teklerken son üç gün aklımda yeniden filizlenmeye başladı. Farkındalık, kalbime bir mızrak misali saplanırken bakışlarımı karşımdaki manzaraya çevirdim. Görüş açım netleşirken otomatik açılan kapının yanındaki küçük tabelada yazan “OTOPSİ” başlığıyla yutkunmama engel olamadım.
“Şimdi, kocamın…Kocamın…” Devamını getirmeye dilim el veremeden Emre benim yerime konuştu, “Evet, burada,” dedi, o da benimle beraber aynı yere bakarken. “Hadi, gel,” İstemeye istemeye kendimi ayağa kalkmaya zorladım. Dizlerim çığlık atsa da yürümeye çalıştım ve kapıya kadar geldiğimizde küçük de olsa nefes almaya çalıştım fakat son günlerde nefes almak da bir hayli zor geliyordu.
Kapıdan içeri girdiğimizde bizi karşılayan soğuk karşısında kollarımı birbirine bağladım ve ürkek bir adım attım. İçeriyi ele geçiren havalandırma sesi, kulaklarımı tırmalarken burnumu istila eden temizlik malzemelerinin yoğun kokusu midemi bulandırıyordu. Kendime gelmek için kısa bir ara verdim. Gözlerimi kapattım ve bu anı zihnime kazımamaya çalıştım.
Yapabilirdim
Ağlamamak için verdiğim bütün çaba, gözlerimi açar açmaz havaya karıştı. Karşımdaki masada bir ceset vardı. Hayır, sadece bir ceset değil, kocam…kocamın cesedi vardı. Kalbim atmayı bir saniye bıraktı, Dudaklarımın arasından kaçan çığlık yavaş yavaş dört duvar arasında yankılanırken artık kendimi tutamadım ve yere yığıldım. Gözyaşlarım özgürce firar ederken soğuk, metal zemine hızla düşüyordu. Hıçkırıklarım hızla göğsümden yükselerek özgürlüğe kavuşurken ellerimle ağzımı kapattım.
Kalbim paramparça olmuş ve ellerimin ucundan kayıp gitmişti. Tıpkı kocamın mezarına atılan topraklarla gömülen bedeni gibi benim de kalbimin üzerine topraklar atılmıştı.
Paramparçaydım.
Cesedine atılan her bir toprağı izlerken içimde bir yerlerde harlanan alevi gözlerimin tam önünde görebiliyordum. İçimde bir yerlerde şeytan sinsice arkamdan yaklaşıyor ve kulağıma fısıldıyordu. İkimiz de intikam istiyorduk. İkimiz de intikamı arzulayıp solumak istiyorduk.
Ölmekle öldürmek arasında gidip geliyordum. İntikam arzusu öyle bir büyüyordu ki içimde.
Kim ne isterdi benim kocamdan?
Cenazeden sonra taziye evine geçtiğimizde Harun’un ailesine yardım etmeye çalıştım. Kimi fısıltılar eşliğinde dedikodu yapıyor kimi beni durdurup baş sağlığı diliyordu. Kocamın artık bu dünyada nefes almadığının farkındalığıyla yaşamak…yaşamaya çalışmak çok zordu.
Hayat benim için bir sınavdan ibaretken yeniden yalnızlıkla sınanmak tanrının garip espri anlayışlarından biri miydi?
Taziye evi hınca hınç insanla doluyken Harun’un annesinin yanına oturdum. Dizlerini dövüyor ve ağlıyordu. O, evladını ben de bir ömür boyu aynı yastığa baş koyacağımı düşündüğüm adamı kaybetmiştim. Yaktığı ağıtlar ciğerimi dağlarken ellerini tuttum. İkimiz de birbirimize sarılarak acımızı dindirmeye çalıştık fakat ne kadar yarasına merhem olmaya çalışsam da biliyordum ki içindeki acıları hiçbir şekilde dindiremezdim.
Yetimhaneden ayrılışımın ikinci ve kendi ayaklarımın üzerinde durmaya başlayalı üç yıl olmuştu. Bir kitapçıda yarı zamanlı çalışıyor ve küçük bir evde tek başıma yaşıyordum. Üniversite sınavından sonra Sınıf öğretmenliğini kazanmış, her şeyi yoluna koymuştum.
Üniversite’nin ilk günü, Eğitim fakültesini ararken sağıma soluma bakıyor ama bir türlü fakültemi bulamıyordum. Etraftaki insanlara sormaya çekinerek çantama sıkıca sarılıp yürürken bir anda onu gördüm. Gülümseyerek bir grup insana bir şeyler anlatıyordu. Benden yaşça büyüktü, belliydi. İster istemez ona doğru yürürken buldum kendimi. Anlattığı şeyleri merak ediyordum, kalabalığa karışıp onu dinlemeye başladığımda ister istemez gülümsüyor, söylediklerine ara sıra başımı sallayarak katılıyordum.
Bir süre sonra bakışlarımız birbirine değdi ve o an ikimiz içini de zaman durdu sanki. Birbirimizi konuşmadan anlayabiliyor gibiydik.
Fakat şimdi…şimdi ne o gözlerini açabiliyor ne de ben nefes alabiliyordum.
Taziyenin on altıncı günüydü, artık bir saat de olsa uyuyabildiğim, yatağın soğukluğuna alıştığım, bir kaşık da olsa yemek yiyebildiğim günler gelmişti fakat içimdeki hissizlik yavaş yavaş kara bir deliğe dönüşüyordu.
Beynimi işgal eden düşünceler, bıçak misali derimi deliyor, kalbimin etrafında sürünerek kanımı emen solucanlar büyüyor ve kalbimi kurutuyordu. Kan kaybından ölmezsem kendimi öldürmek için yeni fikirler edinmeye başlamıştım, hepsi de çok yaratıcıydı ama önce, önce kocamı öldüreni bulmak ve gözlerimin önünde onun da can çekerek ölmesini istiyordum.
Cenazeden beridir kendi evimizde değil Harun’un ailesinde kalıyordum, eve gitmek ve onca anıyı solumak canımı çok yakıyordu. O evde artık sadece keder ve gözyaşı vardı. Orada hayallerimi bırakıp kapıyı kapattım ve kilitledim, artık o ev benim için bir tabuttan farksızdı.
Misafir odasının penceresinden dışarıyı izlerken düşüncelerin beynimi kemirmesine izin veriyordum. Harun’un çocukluğunun geçtiği bu evde, şimdi cenazesi için baş sağlına gelen insanlardan çocukluğuna dair hikayeleri dinliyordum.
Ölüm, hayatıma ilk defa Harun’la girmişti.
Tıpkı aşk kelimesinin Harun’la hayatıma girdiği gibi.
Pencereden dışarıyı izleyip, ciğerlerime çektiğim oksijeni salıverirken Emre’yi gördüm. Arabasını kaldırıma hızla yanaştırıp dışarı çıktı ve sürücü kapısını sertçe çarparak kapattı. Yüzündeki ifadeyi okumak zordu fakat hızlıca sokak kapısını açıp içeri girdi. Elinde bir dosya tutuyordu, Onun Harun’un cinayet dosyası olmasını umarak pencereden ayrıldım ve koşar adım odadan çıktım.
Eve girer girmez merdivenleri kuvvetlice çıkarken tek umudum cinayete dair bir şey bulduğuydu fakat ağır ağır merdiveni çıkıp beni gördüğünde yüzündeki ifade tiksinti doldu. Kaşlarımı çatıp bir şeyler demesini umarken yavaşça bir soluk aldı ve dosyayı ayaklarımın ucuna fırlattı.
“Dosyayı kapattılar.” Kelimeleri omurgama art ardına darbeler indirirken eğilip dosyayı elime aldım.
“İntihar olarak değerlendirdiler.” Dosyayı tutan ellerim titrerken Emre’ye baktım, imkansızdı. Benim kocam intihar kelimesini düşünecek biri değildi. En kötü zamanlarda bile ışığa kavuşacağını bilir, hep iyi düşünürdü.
Başımı iki yana sallarken dudaklarımdan sürekli aynı kelime dökülüyordu “İmkânsız.”
Lügatımda sadece tek bir kelime varmış gibi aynı şeyi istemsizce tekrarlarken buldum kendimi.
İmkânsız, imkansız, imkansız.
Dosyayı yavaşça açtım ve beni karşılayan belgelere göz gezdirdim. İntihar mahali, intihar silahı gibi kelimeleri algılamakta zorlanıyordum.
Ne demek intihar etti?
Benim kocam doğum gününde intihar edecek biri değildi.
Birkaç saniye sonra aklıma dank eden anıyla beynime bir şimşek isabet etti.
“O gün, o gün biriyle konuşup dışarı çıktı.” Dedim ani gelen farkındalıkla.
“Bunu polise anlattın mı, belki o adamın ifadesini almamışlardır?” Emre’ye her şeyi detayıyla anlattığımı söyledikten sonra dosyayı karıştırmaya başladım. “Her kim aradıysa ilk başta sinirlendi ama belli etmemeye çalıştı sonra da çıkıp gitti.” diyerek salona yöneldim. Eski, çift kişilik koltuğa ağır ağır oturarak dosyayı önümdeki kahve masasına bıraktım. Belgeleri hafızama kaydettim ve olay yeri fotoğrafını elime alıp inceledim.
“Bu yer neresi?”
“Belgrad Ormanı’nın biraz uzağında ıssız bir yer.” Kaşlarımı çattım. “Harun’un Avrupa yakasında ne işi var?” Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçmek için hayli bir vakit ve çaba gerekiyordu… Emre yanıma oturduğunda dosyayı benimle incelemeye başladı. Bir sonraki belgeye geçtiğimde bu sefer elimde benim deyimimle cinayet ama polis raporlarına göre intihar aleti vardı.
Daha önce hiç görmediğim bir silah fotoğrafı karşıma çıktı. Çamurlu bir toprağın üzerinde simsiyah bir silah duruyordu. Silahın namlusundan başlayıp kabzasına kadar uzanan yılan desenleri vardı.
Kimi semboller iç içe geçiyor kimisi ise doğruca silahın namlusuna kadar uzanıp sivri dişlerini hedefine doğrultuyordu. Silahın desenleri ve yapısı oldukça farklı görünüyordu. “Silahtan bir şey çıkmadı mı, peki?” Sorum karşısında odada uzun bir sessizlik oldu.
“Kime ait olduğunu veya ruhsatlı olup olmadığı bulunamadı. Her kim bu silahı yaptıysa veya kullandıysa oldukça iyi gizlemiş kendini. Ne silahın sahibine ulaşabilecek bir ip ucuna hakimiz ne de silahı yapan kişiye. Kısacası sanki bir çıkmaza girdik ve nereye dönsek karanlık.” Sözleri beni de umutsuzlandırmamalıydı bu yüzden aniden ayağa kalktım.
Kocam hep karanlığın içinde ışık bulamıyorsak ya ışığı bulana kadar çabalamayı ya da kendi ışığımızı yaratmamız gerektiğini söylerdi. Şimdi de umutsuzluğun beni pençeleri arasına almasına izin vermeyecektim.
“Beni cinayet mahaline götür.” dedim sakince. Polis bu işin peşini bıraksa da ben bırakmayacaktım. Kocamın katili ya da katilleri dışarıda serbestçe gezdiği sürece bana nefes almak yasaktı. “Ne?” Emre şaşkınca ayağa kalkarken beni durdurmak için koluma uzansa da ondan hızlı davrandım ve koşarak evden çıktım. Nefeslerim ardı ardına sıralanırken uzun zaman sonra ilk kez içimde bir yerlerde filizlenen tomurcukları hissettim. Karanlığıma yaklaşan güneşin hafif sıcaklığını hissedebiliyordum.
“Neden oraya gidiyoruz ki? Elimizde cinayet mahalinin fotoğrafları var zaten.”
Hızlıca başımı iki yana salladım ve ona döndüm. Anlamıyordu, orayı görmem her bir detayı, her bir toprak tanesini hafızama kaydetmem gerekiyordu. Böylece asla unutmayacaktım.
Dünya üzerinde çok nadir görülen bir sorunum vardı.
Yıllarca fotografik bir hafızayla yaşadım, gördüğüm veya rastgele göz gezdirdiğim her bir mekânı, kişiyi, yüzü unutmazdım. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin hafızam kaydettiğim her görüntüyü en küçük detayına kadar hatırlardı. Bu yüzden cinayet mahaline gitmem bir saniye bile olsa da göz gezdirmem gerekiyordu.
“Görmek istiyorum, ”dedim zorla yutkunarak. Kocamın öldürüldüğü yeri görmek ve en azından kendimi biraz daha iyi hissetmek için bunu yapmalıydım. “Biri kocamı öldürdü ve… Ve onun cinayetini örtbas etmek için intihar ettiğini resmi belgelere geçirecek kadar güçlüler. Her kim bu cinayeti işlediyse herkesi ama herkesi kocamın intihar ettiğine inandırabilir ama beni değil. Benim kocam intihar etmeyi bırak, kendini incitmek isteyecek biri bile değil. Değildi yani. Hem daha o gün konuştuk! Çocuklarımız olacaktı, ailemizi büyütecektik. Ben anne, o da baba olacaktı. Yeni yaşına beraber girecektik, ona hediyesini verecektim. Ona saat almıştım, her saatine baktığında beni, ailesini hatırlayacaktı. Belki sevmezdi ama beni kırmamak için yine de bileğine takardı. Biz mutluyduk, çok mutluyduk ama biri, biri buna engel oldu ve benim o katili bulup, parmaklıklar arasına göndermem lazım. En azından o zaman kocam mezarında rahat eder, en azından ben biraz olsun nefes alabilirim. O zamana kadar lütfen en azından ağabeyin için bana yardım et, lütfen. Ağabeyinin huzurla uyuması için katilinin peşine düşmeme yardım et.” boğazımı saran eller baskısını git gide arttırırken kendimi kesik bir nefes almaya zorladım. Göz pınarlarımı işgal eden yaşlar teker teker dökülürken Emre burnunu çekti ve yavaş yavaş başını salladı. Yavaşça arabasına ilerlerken fısıldayarak “atla, ”dedi ve kapısını açtı.
Arabanın diğer tarafına geçtim ve yolcu koltuğuna oturdum, yavaşça camı açtım. Emre arabayı çalıştırıp yola çıktığında ara sıra burnunu çekiyor ve gözyaşlarını siliyordu. Her ne kadar ölen kocam olsa da Emre’de ağabeyini, tek dostunu kaybetmişti. Aralarında sadece iki yıl olmasına rağmen kardeşten de öte sırdaşlardı.
Belgrad ormanına giden yol fazla sessiz ve sakindi. Yol boyunca ikimiz de düşüncelere dalıp yolu takip ettik. Açık camdan giren rüzgârı izledim ve kendime katili bulacağıma dair söz verdim. En azından kocamın mezarında rahat uyuması için bunu yapmalıydım.
Belgrad Ormanına geldiğimizde ikimiz de sanki ormana adım atmak istemiyor gibiydik.
Nemli toprağı süsleyen sarı yapraklar önümüze uçsuz bucaksız bir yol çiziyordu adeta. Ağaçlara sanki kan kokusu sinmiş gibiydi çünkü midemden boğazıma doğru yükselen iğrenç bir tat oluşmaya başlamıştı. Her adımımda bana eşlik eden göz yaşları yavaşça hızlanıyordu. Bacaklarım takatini kaybetmek üzereydi. Emre arkamdan yavaşça bana eşlik ederken içimde bir yerlerde aradığım dayanma gücünü bulamıyordum. Gözlerimle ormanı izledim, ilerideki sarı şeritleri gördüğümde adımlarım taş kesildi.
Gelmiştik…
İlk birkaç saniye neler olduğunu kavramam çok zordu, beynim uyuşmaya başlamıştı. Duyularımı işgal etmeye yeltenen nefreti bir kavanoza sığdırmaya çalışıp kapağını sıkıca kapattım ve ruhumun en derinlerine yolladım. Şimdilik sakin kalmaya ihtiyacım vardı.
Polis şeritlerinin olduğu kısma iyice yaklaştım ve cinayet mahaline daha yakından bakma fırsatı buldum. Etrafta hiç kimse yoktu. Cinayetin üzerinden geçen günlere rağmen gözlerimi kapattım ve olay gününü aklımda tekrar, tekrar oynattım. Burada her ne yaşandıysa kocam tam başından vurulmuştu. Adli tıpa göre tam kaşlarının arasından vurulmuştu. Bu cümleden varsaydığım sonuç, katiliyle yüz yüze geldiğiydi.
Katil tam kocamın önünde durmuş, silahı yüzüne tutmuş ve tetiği çekip onun ölümünü izlemişti.
İçimi kaplayan ürpertiyle tüylerim diken diken oldu. Önümdeki sahne beynimde oynamaya devam etti.
Kocam sertçe yere düştü, mermi tam beynine isabet ettiğinde saniyesinde ölmesine neden oldu. Kanlar toprağa karışarak bedenini kapladı ve katil, silahıyla beraber buradan yürüyerek ayrıldı.
Yönümü, katilin gittiğini tahmin ettiğim yere çevirdim. Duyularım nabzımın attığı damarlarıma hücum ederek algılarımı tamamen açtı. Adımlarım benimle hızlandı.
Emre hızlıca beni takip ediyor ve eminim ki nereye gittiğimi merak ediyordu ama ben şu an katili takip ediyordum. Emindim, emindim bu yoldan gitmişti. Önümdeki hayali adım seslerini takip ettim ve işte tam karşımdaydı.
“Bu da ne böyle?” Emre de benim baktığım yere bakıyordu. Onun da benim gibi soluğu kesilmişti.
Kocamın öldürüldüğü yer ve geldiğimiz nokta arasında yaklaşık olarak dört dakika on yedi saniye mesafe vardı.
Önümüzdeki mesafeye biraz daha yaklaştım ve yanmış çalıları ayağımla itip kaldırmaya çalıştım.
“İkinci ceset.” dedim bakışlarımı ona çevirirken.